Kaldırımlar I
Sokaktayım kimsesiz bir sokak ortasında, Yürüyorum arkama
bakmadan yürüyorum. Yolumun karanlığa saplanan noktasında, Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık. Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn-cin uykuda bir tek iki yoldaş uyanık. Biri benim bir de serseri kaldırımlar.
İçimde
damla damla bir korku birikiyor, Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler, Üstüme camlarını
hep simsiyah dikiyor. Gözüne mil çekilmiş bir ama gibi evler.
Kaldırımlar, çilekeş insanların
annesi, Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır. Kaldırımlar, duyulur ses
kesilince sesi, Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir insandır.
Bana düşmez can vermek
yumuşak bir kucakta. Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum... Aman sabah olmasın
bu karanlık sokakta, Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum.
Ben gideyim yol gitsin, ben gideyim
yol gitsin, İki yanımdan aksın bir sel gibi fenerler... Tak tak ayaksesimi aç köpekler işitsin.
Yolumun zafer takı gölgeden taş kemerler.
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim! Gündüzler
size kalsın verin karanlıkları. Islak bir yorgan gibi sımsıkı bürüneyim. Örtün üstüme
örtün serin karanlıkları.
Uzanıverse başım taşlara boydan boya, Alsa buz gibi taşlar
alnımdan bu ateşi. Dalıp sokaklar kadar esrarlı bir uykuya. Ölse kaldırımların
bu kara sevdalı eşi.
Necip Fazıl Kısakürek
Uzun İnce Bir Yoldayım
Uzun ince bir yoldayım Gidiyorum gündüz gece Bilmiyorum
ne haldeyim Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda Yürüdüm aynı zamanda İki kapılı
bir handa Gidiyorum gündüz gece
Uykuda dahi yürüyom Kalmaya sebeb arıyom Gidenleri hep görüyom Gidiyorum
gündüz gece
Kırkdokuz yıl bu yollarda Ovada dağda çöllerde Düşmüşüm gurbet ellerde Gidiyorum
gündüz gece
Şaşar Veysel işbu hale Gah ağlayan gahi güle Yetişmek için menzile Gidiyorum
gündüz gece
Aşık Veysel Şatıroğlu
Süleymaniye'de Bayram Sabahı
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye'de Kendi gök
kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mavileşen
manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir, Duyulan
gökte kanat, yerde ayak sesleridir. Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!.. Hava boydan boya binlerce
hayâletle dolu... Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. Bu
sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık; Kimi
gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya. Tanrının
mâbedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor. * Ordu-milletlerin en çok döğüşen,
en sarpı Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı. En güzel mâbedi olsun diye en son dînin Budur
öz şekli hayâl ettiği mîmârînin. Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi, Seçmiş İstanbul'un
ufkunda bu kudsî tepeyi; Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle, Taşı yenmiş
nice bin işçisi, mîmâriyle. Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne, Uhrevî bir kapı açmış
buradan gökyüzüne, Taa ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları.. Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mîmârı. * Ulu
mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum; Bir zaman hendeseden âbide
zannettimdi; Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi, Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim Cedlerin
mağfiret iklîmine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını Görüyor
varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan
herkes Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses; Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla
karışmış nice bin at yelesi! * Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri Dinliyor
vecd ile tekrar alınan Tekbîr'i Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü'min neferin! Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı
ulvî eserin? Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu, Yüzü
dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli, Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli; Hem büyük yurdu kuran hem
koruyan kudretimiz Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz; Vatanın hem yaşayan
vârisi hem sâhibi o, Görünür halka bu günlerde teselli gibi o, Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem
de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde. * Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri, Koyu
bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; Belki
yüzlerce şehir sesleniyor birbirine. Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar'dan mı?
Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı? Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa, Çarpıyor birbiri
ardınca o dağdan bu dağa; Şimdi her merhaleden, taa Bâyezîd'den, Van'dan, Aynı top sesleri
birbir geliyor her yandan. Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer
yer, Dinliyor hepsi büyük hâtırâlar rüzgârını, Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını. * Gökte
top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor? Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor: Kosova'dan, Niğbolu'dan,
Varna'dan, İstanbul'dan.. Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an; Belgrad'dan mı? Budin, Eğri
ve Uyvar'dan mı? Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı? * Deniz ufkunda bu top sesleri
nerden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!.. Adalar'dan mı? Tunus'dan m, Cezayir'den mi? Hür
ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi Yeni doğmus aya baktıkları yerden geliyor; O mübârek gemiler
hangi seherden geliyor? * Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine. Çok şükür Allaha,
gördüm, bu saatlerde yine Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı. * Doludur gönlüm ışıklarla
bu bayram sabahı.
Yahya Kemal Beyatlı
Kızılırmak Kıyıları
Kardaş, senin dediklerin yok, Halay çekilen toprak bu toprak
değil. Çık hele Anadoluya, Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayri, O kadar uzak değil.
Çamı
bitmiş, kavağı azalmış, Gamla örtülü bayırlar, çıplak değil. Yedi ay kıştan
sonra, Yeşeren senin yaşamındır, Yaprak değil.
Yersin, içersin sofrasından, üç
yüz senedir, Kuvvetlisin ama kuvvet hak değil. Bakımsızlıklarla göçüp gitmiş bir cihan, Mevsimler
soğumuş, sular azalmış, Buğday, Selçuklulardan kalan başak değil.
Parça parça
yarılmış öküz ardında, Parmağı üç pare, tırnağı ak değil. Utanır
elin ayağın, Korkarsın yakından görsen, Eli el değil, ayağı ayak değil.
Gün
doğar, tarla kuşları uçuşurlar, Ağır bir aydınlık, bildiğin şafak değil. Öyle
dalmış ki yüzyıllar süren uykusuna, Uyandırmazsan, Uyanacak değil.
Dertle, sefaletle
yüklü, Siyah leşlerle kararmış, berrak değil. Çağlayan ne, Akan kim, Kızılırmak
değil.
Kardaş, görmüyorum ama hala duyabiliyorum, Geçmiş zamanlar gelecek zamanlardan parlak değil. Vakte
şahadet edercesine yükselmiş, Akşam parıltısından, bütün zaferler üzerine, Dağlar
dalgalanmakta, bayrak değil.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Yurdum
1917 senesinde Topraklarında doğmuşum. Anamdan
emdiğim süt Çesmenden tarlandan gelmiş. Emmilerim hudutlarında Senin için döğüşürken ölmüşler. Kalelerin
burcunda Uçurtma uçurmuşum, Çimmişim derelerinde. Bir andız fidanı gibi büyümüşüm. Topraklarının
üstünde.
Koca koca kamyonlara binmişim. Daha büyük şehirlerine Okumaya gitmişim. Eşkiyalar
yolumu kesmiş, Alacak şey bulamamışlar. Topraklarının üstünde Top oynamış,
aşık olmuş, düşünmüş, Ahbap edinmişim.
Kederlendiğim günler olmuş Naçar
dolaşmışım sokaklarında, Sevinçli günlerim olmuş Başım havalarda gezmişim. Bağrımı
açıp ılgın ılgın Esen serin rüzgarlarına, İlk defa kıyılarından Denizi
seyretmişim. Issız çorak ovalarında Günlerce yolculuk etmişim.
Ağladığım
senin içindir Güldüğüm senin için Öpüp başıma koyduğum Ekmek gibisin.
Cahit Külebi
Hayal ve Gerçek
Ay ışığı pencereden girende Senden yana
hayal kurmak ne güzel Ya bir otobüste ya bir trende Gurbet ilden sana varmak ne güzel
Aşkın mayasını
senden alıp ta, Şekillendim sevda denen kalıpta Evinizin kapısını çalıp ta, İlk
çıkandan seni sormak ne güzel
Umudu yoksula bol verir Hüda Bin tohuma can var bir damla suda Gerek uyanık
ol gerek uykuda Benden bakıp seni görmek ne güzel
Kurumadan daha yolculuk teri Gel diye yanına çağırsan
beni Bırakıp bir yana gamı kederi Doya doya seni sarmak ne güzel
Aşk deyince anlattığı
her şeydir Öldürdükçe tadı gelen bir şeydir. Azraile can vermesi zor şeydir Sen istersen sana
vermek ne güzel.
Abdurrahim Karakoç
Menzil
Evvel sen de yücelerden uçardın
Şimdi enginlere indin mi gönül
Derya, deniz, dağ, taş demez geçerdin
Karada menzilin aldın mı gönül
Yiğitliğin elden gitti yel gibi
Damağımda tadı kaldı bal gibi
Hoyrak eli değmiş goncagül gibi
Bozulmuş bağlara döndün mü gönül
Hasta oldun yatağını istersin
Kadir mevlâm sağlığını göstersin
Cennet-i Aladan Bir köşk dilersin
Boynunun farzını kıldın mı gönül
Karacaoğlan der ki söyle sözünü
Hakka teslim eyle kendi özünü
El içinde karalama yüzünü
Yolun doğrusunu buldun mu gönül
Karacaoğlan
Ah Ulan Rıza!
Neden hala gelmedi... yoksa Saati mi şaşırdı
bu hıyar? Gerçi hiç saati olmadı ama en azından Birisine sorar... Cebimde bir lira desen yok! Madara
olduk meyhaneye Ah eşek kafam benim... Nasıl da güvendim bu hergeleye!.. Gelse balığa çıkacak
dık, Ne çekersek kızartıp birayla yutacak dık Kafamız tam olunca şarkılar döktürüp Enteresan
hayallere dalacaktık... Bu sandalı geçen hafta denk getirip Çalıntıdan düşürdük... Arkadaşlar
ısrar etti, Biz de, iyi olur, bize uyar diye düşündük... Saat sekizde gelecek di, Bana birkaç milyon
borç verecek di Yoksa o nemrut karısı kaçtı da Onun peşinden mi gitti? Eğer öyleyse
yandık, Gudubet gene yaptı yapacağını!.. Geçen sene de merdivenden itip Kırmıştı
Rıza' nın bacağını... Kadında boy şu kadar; Kalça fırıldak, göz patlak,
kafa çatlak!.. Korkuyorum, bir gün ya kendini asacak, Ya horlarken Rıza' yı boğacak... Bak şimdi
acıdım, aşk olsun adama... Ben olsam vallahi baş edemem!.. Hele beş tane velet var ki boy boy, Allah'tan
düşmanıma dilemem!.. Aslında iyi çocuktur Rıza, efendi huyludur, Herkesin suyuna gider... Yoksa
kalıba vursan hani, Tek başına on tane adam eder
Bir keresinde, hiç unutmam Üç-beş zibidi
haraca dadandı; Rıza sandalyeyi kaptığı gibi Herifleri hastaneye kadar kovaladı!..
Aynı
mahallede büyüdük, aynı kızları sevdik, Aynı kafadaydık... Orta ikiden bıraktık,
matematik ağır geliyordu, Biz başka havadaydık...
Aynı gömleği giyer, aynı sigaraya
takılır, Aynı takımı tutardık... Fener' in her maçında iddialaşıp Millete
az mı yemek ısmarladık!..
Bir tek askerde ayrıldık Bana Bornova düştü, ona Gelibolu... Döner
dönmez evlendirdiler En büyük salaklığı da bu oldu!..
Bense hiç düşünmedim zaten param da yoktu Hep
tek tabanca gezdim Benim beğendiğimi anam istemedi, Onun gösterdiğini ben sevmedim!..
Neyse bunlar
derin mevzu... Anlaşıldı bu herif artık gelmeyecek... Ufaktan yol alayım Anam evde yalnız,
şimdi merakından ölecek!.. Gittim vurup kafayı yattım, Rüyamda gördüm gülümseyerek geldiğini... Ne
bilirdim, yolda kamyon çarpıp Hastaneye kavuşamadan can verdiğini!..
Vay be Rıza!.. Sonunda
sen de düşüp gittin Azrail'in peşine!..
Dün boşuna günahını almışım, Ne
olur kızma bu kardeşine...
Öğlen kahvede söylediler, Rıza öldü, dediler Ne kolay söylediler!.. Sanki
dev bir taş ocağını Kökünden dinamitleyip Üstüme devirdiler!..
Ah dostum... o kocaman gövdene O
beyaz kefeni nasıl kıyıp giydirdiler? O zalim tabutun tahtalarını Senin üstüne nasıl böyle
çivilediler?
Yani sen şimdi gittin, yani yoksun, yani Bir daha olmayacak mısın? Yani bir daha
borç vermeyecek, Bir daha bira ısmarlamayacak mısın?
Peki beni kim kızdıracak, Kim zar
tutacak, kim ağzını şapırdatacak? Peki beni bu köhne dünyada Senin anladığın
kadar kim anlayacak?
Ulan Rıza... ne hayallerimiz vardı oysa, Ne acayip şeyler yapacaktık Totoyu
bulunca dükkan açacak, Adını dostlar meyhanesi koyacaktık...
Talih yüzümüze gülecekti be, Karıyı
boşayıp sıfır mersedes alacaktık Hafta sonu iki yavru kapıp Boğaz yolunda fiyaka
atacaktık!..
Ah ulan Rıza... Bu mahallenin nesini beğenmedin de öte yere taşındın? Arasıra
gıcıklaşırdın ama inan ki, Benim en kral arkadaşımdın!..
Ah ulan Rıza... Ben
şimdi bu koca deryada tek başıma ne halt ederim? Senden ayrılacağımı sanma, Birkaç
güne kalmaz ben de gelirim!!!
Yusuf Hayaloğlu
Fahriye
Abla
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar, Kapanırdı daha
gün batmadan kapılar. Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden, Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın,
sen! Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla Ne
güzel komşumuzdun sen, Fahriye Abla!
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi, Sarmaşıklarla balkonu örtük
bir evdi; Güneşin batmasına yakın saatlerde Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede. Yaz,
kış yeşil bir saksı ıtır pencerede; Bahçende akasyalar açardı baharla. Ne şirin
komşumuzdun sen, Fahriye Abla!
Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı; Tenin buğdaysı, boyun
bir başak kadardı. İçini gıcıklardı bütün erkeklerin Altın bileziklerle dolu bileklerin. Açılırdı
rüzgârda kısa eteklerin; Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla. Ne çapkın komşumuzdun
sen, Fahriye Abla!
Gönül verdin derlerdi o delikanlıya, En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya. Bilmem
şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın, Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın? Bırak,
geçmiş günleri gönlüm hatırlasın; Hâtırada kalan şey değişmez zamanla, Ne vefalı
komşumuzdun sen, Fahriye Abla!
Ahmet Muhip Dranas
Ben Sana Mecburum Bilemezsin
Ben sana mecburum bilemezsin Adını mıh gibi aklımda
tutuyorum Büyüdükçe büyüyor gözlerin Ben sana mecburum bilemezsin İçimi seninle ısıtıyorum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor Bu şehir o eski İstanbul mudur Karanlıkta bulutlar
parçalanıyor Sokak lambaları birden yanıyor Kaldırımlarda yağmur kokusu Ben sana
mecburum sen yoksun.
Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan Kimi zaman ellerini kırar tutkusu Bir kaç hayat çıkarır
yaşamasından Hangi kapıyı çalsa kimi zaman Arkasında yalnızlığın hınzır
uğultusu
Fatih'te yoksul bir gramafon çalıyor Eski zamanlardan bir cuma çalıyor Durup köşe
başında deliksiz dinlesem Sana kullanılmamış bir gök getirsem Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem Ben sana mecburum sen yoksun.
Belki haziranda mavi benekli çocuksun Ah
seni bilmiyor kimseler bilmiyor Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden Belki Yeşilköy'de
uçağa biniyorsun Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor Belki körsün kırılmışsın
telaş içindesin Kötü rüzgar saçlarını götürüyor
Ne vakit bir yaşamak düşünsem Bu
kurtlar sofrasında belki zor Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin Hayır
başka türlü olmayacak Ben sana mecburum bilemezsin.
Attila İlhan
Sakarya Türküsü
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir
yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım,
yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir Oluklar çift; birinden nur
akar, birinden kir.
Akışta denetlenmiş, büyük, küçük, kainat; Şu çıkan buluta bak, bu inen
suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne, Kurşundan bir yük binmiş, köpükten
gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için. Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz
perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur, Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah,
eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük? Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..
Ne ağır
imtihandır, başındaki, Sakarya! Binbir başlı kartalı nasıl taşır
kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal; Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de
mal.
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; Ve ayrılık, anneden, vatandan,
arkadaştan;
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an; Kehkeşanlara kaçmış eski günleri
an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede
kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin
nabzında hala çarpar mı tekbir? Bulur mu deli rüzgar o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir,
bu girift bilmeceler; Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına es, kayna kayna
Sakarya, Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üçbeş damla kan, ırmak
üçbeş damla su; Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek; Siz,
hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını aşsalar, belki çeker de bir kıl! Bu
ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, saf çocuğu, masum Anadolu'nun, Divanesi ikimiz
kaldık Allah yolunun!
Sen ve Ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız; Rengimize baksınlar,
kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader; Aldırma, böyle gelmiş,
bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz; Sen kıvrıl, ben gideyim, son Peygamber
kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; Yüzüstü çok süründün, ayağa
kalk, Sakarya!..
Necip Fazıl Kısakürek
|